KİŞİSEL BLOG'UMDA YER ALAN TÜM GÖRÜŞLER, HİÇBİR 3. PARTİYE DEĞİL, SADECE BANA AİTTİR.



Bu Sefer Atım Pikaçu İdi :)

Bugün hava muhteşem (yani az bulutlu 17 derece). Her pazar olduğu gibi yine ata binmek için Kill köyüne gittim. Merkezdeki pub'ımda Irish Breakfast'ımı yedim. Irish Breakfast nedir? Sabah yendiğinde akşama kadar acıkılmayan öğündür. (Bkz. Şekil A)

Şekil A


Dew Drop Inn'de radyo eşliğinde kahvaltımı ettim. Radyo dediysem müzik değil. Sabah radyo haber kuşağındaki ekonomi tartışmaları. Resimde görünen tuzluk ve biberliğin ise biberi biber değil aslında. Üstüne serptiğin yemeği saf dışı bırakan bilmiyorum kimin niye kullandığı bi baharat kendisi. Benim ilk kullanmam şöyle oldu: "Şuna biraz karabiber iyi gider..", "Tuzluğu ve biberliği uzatabilir misin?", "Hmm rengi de pek bi açık inşallah tazedir.." ve son olarak, "?*#*!".

Bu şeker Irlandalılar bahçe düzenlemesine çok düşkünler. Kill Equestrian Centre'a yürüken yolda karşılaştığım şeker Irlandalı tırtıllar da bunu benimsemiş görünüyodu:



Bu sefer açık manejde ders yaptık, harikaydı. Güneşten yüzümün yanıp gerildiğini hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Atım Pikaçu isimli iri midilliydi. Biraz fazla alçak geldi, şekli de sanki normal atlardan daha bi farklı, hep düşücem sandım. Komik bi dersti. Özellikle hocam Jo'nun bana "I know Turkish, what was it mmmmh yes, 'hoca' means 'friend'!" demesi. Seneler önce Kuşadası'na gittiğinde tanıştığı Rıdvan öğretmiş.

Dublin Sokakları

Şehre doğru yürüken genelde Grand Canal boyunca yürüyorum. Yeşilliklerle çevrili bi kanalın yanından, geceden kalma yemek artıklarını didikleyen ördekleri seyrederek yürümek zevkli oluyo, süper eğlenceli de. Nasıl mı? Kendi kendine oyunlar oynayabiliyosun, mesela "boş bira şişesi saymaca" ya da kanal boyunca rastladığın orta yaşlı amcaları görünce "sarhoş kim?" oyunu. Nası yürüdüğünü anlamıyosun bile, bi bakıyosun kanalı artık bırakıp sağa sapman gereken ışıkları geçirmişsin. Bu sabah yine ordan yürürken tam sekizinci şişeyi saydığımda bi sandalye gördüm. Ama böyle:



Bi de bi mağazada (önemli hatırlatma: lokasyon Dublin) promosyonlu Mükremin kostümü gördüm:



Burdaki gençliğin şimdiye kadar tespit etmiş olduğum 2 "cool" lafı var. Biri, "şeyş" diğeri de "aney". Aney bizde öyle cool filan değil çünkü sebep: Bizdeki ana'dan türemiş, bunlarınki and'den. Çözmesi zor oldu ama meğer diyolarmış ki "And eeey..". Şeyş'e gelince, baya bi kafa yordum bu ne olabilir diye, o da ingilizcede bir küfür olan "s" kelimesinin (evet ben ayıp şeyleri yazmam :P) ya feci aksanlı, ya da yumuşatılmış-şirinleştirilmiş hali. Bilen beri gelsin.

"Kolıc Strit?"

Otobüse bindim ve şöföre böyle (College Street'i hepimiz nası okursak öyle) sordum.. Bir-iki saniye şöförle bakıştık, sonra şöyle dedi: "Aaaa Kağlıyc Streyt!?". "Yes" dedim..

Tamam itiraf ediyorum, bizim ofisin bulunduğu Barrow Street'in de "Berow" değil "Baroğ" olduğunu yeni keşfettim ben.

Go Away To Galway

Bu haftasonunu Noogler'larımla Galway'de geçirdik. Dublin Galway arası arabayla 3-4 saatlik bir yol. Şehir merkezine vardığımızda yağmurda yürüyerek şehri baştan sona 2 tur yürüyüp bitirdik. Ve ıslandık. Sonra gece konaklayacağımız konukevine vardık. Sahipleri evli bir çiftti. Çok şekerlerdi. İkisi de çok konuşkandı ama bir fark vardı. Kadını anlayabiliyoduk ama adamı hayır.. Hani biri bişey konuşur, anlamazsın ama "Hı-hı." dersin de, aslında soru soruyomuştur ya, o durumu bizzat yaşadık. Adamcağız bize bütün kahvaltı opsiyonlarını sıraladı (sandık). Biz de "yes ok" dedik. "Evet hangisi?" diye bir daha sorduğunda hepimizi bi gülme aldı tabi. 25 sene önce evlenmişler:



Pansiyon da zaten evliliklerinin muhtemelen ilk yıllarından kalma süs objeleriyle doluydu. Favori ikilim (düğün reismlerinden sonra) kristal tuzluk-biberlik-baharatlık seti ve televizyonun yanından kafasını uzatan boğa. Viyolonsel çerçeveli saat, kalp tabakta plastik çiçek, bir tavşanın açık kapısında bekleyebildiği ağaç kovuğu şeklinde tasarlanmış vazo, at nalı şeklindeki metal askıdan sarkan sarı metal mini süpürge - faraş seti gibi birçok obje daha ortama bi sıcaklık katmıştı. Eminim ki gerçek evlerine de ferahlık katmıştır onları buraya atmış olmak.





Pansiyonumuza yakın biyerde, Kinvara'da festival vardı. Heryerde canlı müzik vardı. Akşam yemeğini orda yedik. Kıyıya demirlemiş gördüğümüz tekneler sabah suyun çekilmiş olmasından dolayı yere oturmus vaziyetteydi. Bi önceki akşam suyla dolu, rüzgar sörfü yapılan koyu ertesi sabah bomboş görmek ürperticiydi.

Bu ikinci günümüz güneşli bir gündü (Biz de inanamadık). İlk durağımız Dunguaire Castle oldu:



Sahilleri gezerken Macar bir balıkçıyla karşılaştık.



Biraz ilerde ise sörf yapılan bir sahile vardık. Yaklaşık 100mt'lik bir sahilde suya doğru yururken yarım saniyeden uzun suren her adımım yarattığı çukurcuğun su dolmasıyla ayakkabılarımı ıslatıyodu.



Yol üzerinde gördüğümüz minik bi kasabada mola verip öğlen yemeğimizi yedik. Güneşin altında t-shirtlerimizle oturabilmek tanrının bize bir armağanıydı. Ayrılırken yan pub'da bir grup "Sweet Home Alabama"yı çalıp söylüyodu.

Cliffs of Moher durağımız en keyiflisiydi. (Orası neresi mi? Google'layın :P) Dolanıp gezip bitirdikten sonra ruzgardan karışmış olan saçlarımı çözebilmem biraz zaman aldı.



Bu da sanat:

Dublin Yağmuru

Dublin'de doğa gerçekten çok güzel, her yer yemyeşil.*
Çünkü Dublin'de her gün yağmur yağıyo.
Dublin'de musluktan su içiliyo. Ayrıca su faturası ödenmiyo.
Çünkü Dublin'de her gün yağmur yağıyo.

* "Mor mu olacaktı" :)

Şen Perşembe ve Güneşli Cumartesi

İşte bu Perşembe Yunan yemeği vardı. Yunan yemeği ne demek? "Dolma", "Cacıki", "imambayildi" filan. Yemegimi yedim. Yaprak sarmalardan da akşama yerim diye biraz cacıkla (bildiğimiz haydari) yanıma aldım. Ofisdeki komşum Yunan Alex ile masamdaki dolmalardan bahsettik. Bunlar etli dolmaya "Dolma", zeytinyağlu dolmaya "Dolma Yalanci" diyolarmış. Bunu konuştuk güldük filan. Çalışmaya başladım. Istanbul'dan bi arkadaşım bana bir mesaj attı. Mesaj şöyleydi: "Yemekte ne vardı, yok yani, canın çektiyse zeytinyağlı yaprak sarma göndereyim diyecektim". Sadece beyinlerin değil gözlerin de inanamaması için resmi de buyrun:



Akşam da "Riverdance" şovuna gittik. Çok güzeldi. İrlandalıları bi kere daha çok sevdim. Gözlerimin hep Muppet Show'daki Statler ve Waldorf'u aradığı, kırmızı balkonları olan yıllanmış Gaiety Theatre'da bulunmak çok hoştu. İrlanda dansıyla Flamenkoyu birleştiren kadını izlerken kendimi çok çirkin hissettim. Muhteşem dansediyodu.



Bu sabah da Grafton Street'te kahvaltı ettik arkadaşlarımla. Güneşli ve çok keyifli bir sabahtı. Kahvaltılar tabi oyle peynir-zeytinli, söğüş domatesli değil.. Yanında illa tereyağla servis edilen hamur işlerinden ibaret. Tabi "Irish Breakfast" isteyenlere kızarmış "bacon"lı, mantarlı, sosisli ve kanlı pirinç köftesi diyebileceğimiz "black pudding"li bi kahvaltı da geliyo. Aslında o akşam yemeği de bunlar saf temiz insanlar ya, haberleri yok. Yanında English Breakfast Tea'mle kahvaltım şöyle görünüyodu:



E, ben de şöyle görünüyodum:



Oturduğumuz yerden aşağıda her gün işini yapan tangocuyu seyrettik. Dansettiği kadına dikkatli bakın. Süngerden çünkü.



Şovuna bi başladı mı etrafında hemen bi kalabalık birikiveriyo, yerdeki şapkasında çil paraların birikiverdiği gibi. Biz kaç saat seyrettik, gördük, şapka doldukça yolun diğer tarafındaki siyah çantasına boca ediyo, ve aynı işlemi tüm gün tekrar ediyo. Saatlerce seyrettik dedim ya, müzik de hiç değişmiyo, onu da gördük.



Bi de burda yoğun saatleri tahmin edip gelebilen, caddenin en işine yarayacak yerinde durabilen ayaklı ve yürüryebilen reklam tabelası direkleri var. Bu dönemsel pazarlama harikaları aynı zamanda belediyeye kira ödemek zorunda kalmadan işlerini hallettikleri için bir alkışı hakediyolar. Hele hele bi tanesinin rekabetten ötürü farklılaşma çabası ayakta alkışlanmalı.